Malta - 2



Yokuşlu sokakların er ya da geç denizle öpüştüğü Valetta’da insan kendi ayrılıklarını ve olası kavuşmalarını düşünmeden edemiyor. Oturup gelen geçenlere bakıyorsun. Önünden geçmekte olan iki yaşlı kadın sen ve B. Çift sen ve sevgilin. Etekler ve renkli ceketler, güneşin illa ki geri döneceğini bilen mutlu insanlar.

Yokuşlar mı tanıdık yapıyor bir şehri? Bu sabah güneş, bulutların arkasından buğulu bir ışık yayıyordu Valetta’nın üzerine. Deniz sessiz sedasız büyüyordu, insana sonu olmayan umutlar vadederek. Çatısız evlerin ülkesi Malta. Tek tük insanlar, teraslarına çamaşır asıyorlar, her gün geri gelen güneşe güvenerek. Ve evet, güneş her gün geliyor. Kaprisli, sevimsiz bir kadın gibi haftalarca saklamıyor yüzünü. İnsanların tutumunun altında yatan bu mu? Er ya da geç güneş çıkacak. Er ya da geç sokaklar denize varacak. Bu iki bilgi, tüm hayatlarının örtüsünü oluşturuyor belki de.
Bu güzel havayı, tanıdık kokuları, palmiyeleri, kızılçamları, biraz daha içime çekeyim, biraz daha gözlerime hapsedeyim diye boşuna çabalıyorum. Malta, daha Malta’dan gitmeden gözlerimden silinmeye başladı bile. Ama muhtemelen hep ruhumda kalacak. Tıpkı Akdeniz’in bir daha tekrar dönmeyeceğim bütün o şehirleri gibi.
Taşın hafızası her şeyi eritiyor, yola getiriyor sanki. Eski mi eski şehrin sarımtırak taşları, şehri gökyüzünden ayırıyor. Çatılarda çamaşırlar kuruyor, deniz adını dahi koyamadığınız bir şeyler anlatıyor ve kaldırımlar yorgun. Sokaklar bir inip bir çıkıyor, ufuk bir görünüp bir kayboluyor. Buluşmaları ve ayrılmaları bu şehirden ayrı düşünmek olanaksız. Denizin taşla, insanın insanla, insanın denizle, denizin sokakla, sokağın insanla buluşması.
Akdeniz’de hüzünlenmek. Bu da böyle bir ilk oldu.
Labels: ,
edit

No comments: